top of page

ree

Yaz başından beri her akşamüstü Üsküdar sahilinde yürüyüşler yapıyorum. İlk günlerde

sadece fiziksel bir aktivite olarak gördüğüm bu yürüyüşlerin ruhsal olarak da iyi geldiğini fark

edince alışkanlık haline getirdim. Hatta öyle ki kendimle baş başa geçirdiğim bu an, gün

içinde en çok keyif aldığım ve beklediğim ana dönüştü. Bu yürüyüşler sırasında karşıma çıkan

birkaç kediyi sever; sahilde bir kayaya oturup denizi, gün batımını ve martıları izler; sonra

birkaç fotoğraf çekip yoluma devam ederim. Ayrıca burada her daim var olan zengin insan

manzaralarının içinden geçmenin, gözlemlemenin de ayrı bir tadı olur.

Geçen akşam, yine böyle sahilde yürürken gözüm karşıdan gelen iki kadına ve yanlarındaki

çocuğa takıldı. Kadınlardan genç olanı deniz tarafında, yaşı daha büyük görünen ortada, dört-

beş yaşlarındaki erkek çocuğu ise yol tarafında yürüyordu. Ortadaki kadınla çocuğun arasında

ise bir gerginlik olduğu anlaşılıyordu. Büyük anne olduğunu tahmin ettiğim kadın çocuğun

elinden tutmaya çalışıyor, fakat çocuk elinden tutulmasını istemediği için sızlanarak bir şeyler

söylemeye çalışıyordu. Aramızdaki mesafe iyice azalıp birkaç metreye indiğinde, ortadaki

kadın kenarda balık tutan bir adamı işaret ederek öfkeli bir sesle “Berat elimden tutmazsan

bu amca seni denize atacak!” dedi. Bu sözü duyan çocuk bir an irkildi ve korku dolu bakışları

adama doğru yöneldi, sonra yanımdan geçip gerimde kaldılar. Duyduğum sözün

ürkütücülüğüyle yavaşladım ve dönüp arkalarından baktım. Az önceki söz işe yaramış, Berat

kadının elinden tutmuştu. Böylelikle aralarındaki anlaşmazlık da sona ermiş görünüyordu.

Biraz şaşkınlık ve öfke hissettikten sonra, ardı sıra bakıp çocuğun küçük adımlarını izlerken

içimde bir hüzün oluştu. Hüznümün sebebi çocuğun yaşadığı bu olayın tanıdık gelmesi,


dolayısıyla şimdi nasıl hissettiğini tahmin edebiliyor olmamdı. Ve böyle bir sözün onun

hayatını nasıl etkileyebileceğini az çok kestirebiliyordum. Bir de tabi ki onun için elimden bir

şey gelmemesi de üzüntü veriyordu.

Şöyle biraz geçmişi düşündüğümde, içinde yetiştiğim ortamda bana ve etrafımdaki diğer

çocuklara da buna benzer sözlerin sık sık söylendiğini hatırlıyorum. Bu sözleri en çok, tıpkı

Berat’ın el tutmadan yürümek istemesi gibi kendi başıma bir şeyler yapmaya çalıştığımda, bir

konuda söyleneni kabul etmeyip itiraz ettiğimde ya da söz gelimi oyun oynarken çok ses

çıkardığımda duyardım. Bu anlarda hapse atacak polis abiler, çuvala koyup götürecek

hırsızlar, yaramaz çocuklara iğne yapan teyzeler ve bunlar gibi daha niceleri önüme bir duvar

olarak konulurdu.

Mesela aklıma ilk gelen bu tür anlardan biri kadınların toplanıp, pasta böreklerin yenildiği

kalabalık bir ev buluşmasındandı. Beş-altı yaşlarındaydım. Ben ve diğer çocuklar kendimizi

oyuna kaptırıp biraz fazla ses yapmıştık. Sonra kadınlardan biri, yaşı biraz büyükçe olan bir

teyzeyi işaret edip onun iğneci olduğunu söylemişti. İğneci olduğunu öğrenen teyze de

bakışlarını bir anda sertleştirerek, yüzüne tehditkar bir ifade yerleştirmiş; “Uslu durun haa!

Çantamda iğne var!” diye çıkışmıştı. Sonuç olarak biz çocuklar teyzenin iğneci olduğuna

inandık. Çünkü yaşımız gereği kolayca inanıyor, başka türlü olabileceğini aklımıza

getiremiyorduk. Ve hepimiz oyunu unutup yerimize adeta çivilenmiştik. O andan itibaren

evin içinde soğuk rüzgarlar esmeye başlamış, bizim için keyif ve neşe duygusu sona ermiş,

yerini korku almıştı.

Sessiz olmamız için bu yöntem görünürde işe yaramıştı fakat içimde his olarak, şimdi daha

net görebildiğim şöyle sorular ve çıkarımlar oluşmuştu; “İğne, hasta olunca yapılmıyor

muydu? Demek ki söz dinlemeyince de yapılıyor. O zaman söylenileni yapmazsam her an

cezalandırılabilirim” Bir çocuk olarak o anki davranışlarım ve bu tehditvari sözlerin arasındaki

mantığı kuramamak ama yine de inanmak durumunda kalmak, içimde karmaşık duygular

oluştururdu. Aynı zamanda bulunduğum o ortama olan güvenim sarsılırdı. Bu güvensizlik ve

bilinmezlikle birlikte içime bir kaygı dolar, “çocuk doğallığım” kaybolur, elimi kolumu nereye

koyacağımı bilemez olurdum. Sanki her an bir davranışımdan dolayı birileri tarafından

cezalandırılacakmış gibi diken üstünde hissederdim. Dolayısıyla bu tür sözleri söyleyen

kişilere yaklaşmak istemez, böyle ortamlarda hiç rahat olamazdım.

Dünyayı henüz yeni yeni tanımaya, anlamlandırmaya çalışan Berat da, o sözü duyduğunda

hiç şüphesiz hemen inandı ve yanındaki eli sımsıkı tuttu. Fakat aynı zamanda bu sözün içinde

örtük olarak var olan olumsuz mesajları özümsedi ve çıkarımlar yaptı. “Büyük annemin elini

tutmazsam o adam beni denize atacak. Demek ki bana denileni yapmazsam başıma kötü

şeyler gelecek. Elim tutulmadan yürümeyi çok seviyorum ama iyisi mi kendi başıma

yürümeyeyim çünkü her an birisi bana kötülük yapabilir. Diğer insanlar güvenilmez…” Ve

ayrıca bu sözün oluşturduğu daha olumsuz şöyle bir mesaj da vardı; “Peki büyük anne, sen

beni sevmiyor musun? O adam beni denize atarken sen ya da annem beni korumayacak

mısınız? Demek bu tehlikeli dünyada korunmasızım, kendi gücüm yok ve sevildiğim de

şüpheli. Ancak bana söyleneni yaparsam güvende olacağım ve sevileceğim…” Böylelikle bir

çocuğun en temel ihtiyacı olan sevgi ve güven koşullara bağlanmış oluyordu…


Muhakkak ki büyük anne torununun güvende olmasını istiyor, onu kalabalıkta kaybetmekten

ya da denize düşme gibi olası bir tehlikeden korumaya çalışıyordu. Fakat aynı zamanda

torununun kendi başına yürüyebileceğine güvenmiyor, o ortam içinde biraz ilgilenerek

Berat’ın kendince var olmasına destek olmuyor ve kolay olanı seçip söylediği sözle çocuğu

daha az zahmet gerektiren bir hale sokuyordu. Ve bu söz ile bir anlamda onun ruhunun

kanatlarını kesiyordu. Nihayetinde bu tür bir iletişimle birlikte Berat’ın gözünde dünya biraz

daha güvensiz, büyük anne biraz daha sevgisiz, küçük Berat da biraz daha güçsüz ve

cesaretsiz biri haline geliyordu…

Çocukluğunda bu tür mesajları sık sık alarak büyüyenlerin, yetişkinliğinde ne tür sıkıntılar

yaşayabileceğiyle ilgili “Geliştiren Anne-Baba” kitabında şöyle bir bölüm var;

---

“Böyle ortamlarda yetişen çocuk, yaşamı ve ilişkilerini yönetebileceğini hissetmez, insanlara

ve ilişkilerine güvenemez; bu nedenle kaygı doludur. Kendini yönetmekten aciz tek başına

kalmış bir kuzu gibi sığınacak bir anne-baba kucağı, bir çoban arar. Bütün yaşamı, fırtına ve

dalgalarla dolu bir denizde sığınacak bir liman aramakla geçer…”

---

Öyle görünüyor ki mutlu bir insanın, mutlu bir ailenin ve en sonunda da mutlu bir toplumun

oluşmasını çocukların nasıl bir anlayışla yetiştirildiği belirleyecek. Koşulsuzca sevilip, aklına ve

gönlüne saygı duyulan Berat’lar, Elif’ler, Can’lar büyüdüğünde kendini seven, özgüveni

yüksek, yaşama ve kendi gücüne güvenen, sağlıklı birer yetişkin olacaklar. Sevgi ve güveni

hakkıyla yaşamış ve yaşatmayı öğrenmiş bu yetişkinler için ise hayat, hem kendileri hem de

çevresindekiler için çok daha keyifli, anlamlı ve doyumlu hale gelecek…

Emre Pekçetinkaya


****

 
 
 

Yorumlar


© 2035 by DR. Elise Jones Powered and secured by Wix

bottom of page