- Sena Kurt
- 24 Şub
- 4 dakikada okunur

Yaz başından beri her akşamüstü Üsküdar sahilinde yürüyüşler yapıyorum. İlk günlerde
sadece fiziksel bir aktivite olarak gördüğüm bu yürüyüşlerin ruhsal olarak da iyi geldiğini fark
edince alışkanlık haline getirdim. Hatta öyle ki kendimle baş başa geçirdiğim bu an, gün
içinde en çok keyif aldığım ve beklediğim ana dönüştü. Bu yürüyüşler sırasında karşıma çıkan
birkaç kediyi sever; sahilde bir kayaya oturup denizi, gün batımını ve martıları izler; sonra
birkaç fotoğraf çekip yoluma devam ederim. Ayrıca burada her daim var olan zengin insan
manzaralarının içinden geçmenin, gözlemlemenin de ayrı bir tadı olur.
Geçen akşam, yine böyle sahilde yürürken gözüm karşıdan gelen iki kadına ve yanlarındaki
çocuğa takıldı. Kadınlardan genç olanı deniz tarafında, yaşı daha büyük görünen ortada, dört-
beş yaşlarındaki erkek çocuğu ise yol tarafında yürüyordu. Ortadaki kadınla çocuğun arasında
ise bir gerginlik olduğu anlaşılıyordu. Büyük anne olduğunu tahmin ettiğim kadın çocuğun
elinden tutmaya çalışıyor, fakat çocuk elinden tutulmasını istemediği için sızlanarak bir şeyler
söylemeye çalışıyordu. Aramızdaki mesafe iyice azalıp birkaç metreye indiğinde, ortadaki
kadın kenarda balık tutan bir adamı işaret ederek öfkeli bir sesle “Berat elimden tutmazsan
bu amca seni denize atacak!” dedi. Bu sözü duyan çocuk bir an irkildi ve korku dolu bakışları
adama doğru yöneldi, sonra yanımdan geçip gerimde kaldılar. Duyduğum sözün
ürkütücülüğüyle yavaşladım ve dönüp arkalarından baktım. Az önceki söz işe yaramış, Berat
kadının elinden tutmuştu. Böylelikle aralarındaki anlaşmazlık da sona ermiş görünüyordu.
Biraz şaşkınlık ve öfke hissettikten sonra, ardı sıra bakıp çocuğun küçük adımlarını izlerken
içimde bir hüzün oluştu. Hüznümün sebebi çocuğun yaşadığı bu olayın tanıdık gelmesi,
dolayısıyla şimdi nasıl hissettiğini tahmin edebiliyor olmamdı. Ve böyle bir sözün onun
hayatını nasıl etkileyebileceğini az çok kestirebiliyordum. Bir de tabi ki onun için elimden bir
şey gelmemesi de üzüntü veriyordu.
Şöyle biraz geçmişi düşündüğümde, içinde yetiştiğim ortamda bana ve etrafımdaki diğer
çocuklara da buna benzer sözlerin sık sık söylendiğini hatırlıyorum. Bu sözleri en çok, tıpkı
Berat’ın el tutmadan yürümek istemesi gibi kendi başıma bir şeyler yapmaya çalıştığımda, bir
konuda söyleneni kabul etmeyip itiraz ettiğimde ya da söz gelimi oyun oynarken çok ses
çıkardığımda duyardım. Bu anlarda hapse atacak polis abiler, çuvala koyup götürecek
hırsızlar, yaramaz çocuklara iğne yapan teyzeler ve bunlar gibi daha niceleri önüme bir duvar
olarak konulurdu.
Mesela aklıma ilk gelen bu tür anlardan biri kadınların toplanıp, pasta böreklerin yenildiği
kalabalık bir ev buluşmasındandı. Beş-altı yaşlarındaydım. Ben ve diğer çocuklar kendimizi
oyuna kaptırıp biraz fazla ses yapmıştık. Sonra kadınlardan biri, yaşı biraz büyükçe olan bir
teyzeyi işaret edip onun iğneci olduğunu söylemişti. İğneci olduğunu öğrenen teyze de
bakışlarını bir anda sertleştirerek, yüzüne tehditkar bir ifade yerleştirmiş; “Uslu durun haa!
Çantamda iğne var!” diye çıkışmıştı. Sonuç olarak biz çocuklar teyzenin iğneci olduğuna
inandık. Çünkü yaşımız gereği kolayca inanıyor, başka türlü olabileceğini aklımıza
getiremiyorduk. Ve hepimiz oyunu unutup yerimize adeta çivilenmiştik. O andan itibaren
evin içinde soğuk rüzgarlar esmeye başlamış, bizim için keyif ve neşe duygusu sona ermiş,
yerini korku almıştı.
Sessiz olmamız için bu yöntem görünürde işe yaramıştı fakat içimde his olarak, şimdi daha
net görebildiğim şöyle sorular ve çıkarımlar oluşmuştu; “İğne, hasta olunca yapılmıyor
muydu? Demek ki söz dinlemeyince de yapılıyor. O zaman söylenileni yapmazsam her an
cezalandırılabilirim” Bir çocuk olarak o anki davranışlarım ve bu tehditvari sözlerin arasındaki
mantığı kuramamak ama yine de inanmak durumunda kalmak, içimde karmaşık duygular
oluştururdu. Aynı zamanda bulunduğum o ortama olan güvenim sarsılırdı. Bu güvensizlik ve
bilinmezlikle birlikte içime bir kaygı dolar, “çocuk doğallığım” kaybolur, elimi kolumu nereye
koyacağımı bilemez olurdum. Sanki her an bir davranışımdan dolayı birileri tarafından
cezalandırılacakmış gibi diken üstünde hissederdim. Dolayısıyla bu tür sözleri söyleyen
kişilere yaklaşmak istemez, böyle ortamlarda hiç rahat olamazdım.
Dünyayı henüz yeni yeni tanımaya, anlamlandırmaya çalışan Berat da, o sözü duyduğunda
hiç şüphesiz hemen inandı ve yanındaki eli sımsıkı tuttu. Fakat aynı zamanda bu sözün içinde
örtük olarak var olan olumsuz mesajları özümsedi ve çıkarımlar yaptı. “Büyük annemin elini
tutmazsam o adam beni denize atacak. Demek ki bana denileni yapmazsam başıma kötü
şeyler gelecek. Elim tutulmadan yürümeyi çok seviyorum ama iyisi mi kendi başıma
yürümeyeyim çünkü her an birisi bana kötülük yapabilir. Diğer insanlar güvenilmez…” Ve
ayrıca bu sözün oluşturduğu daha olumsuz şöyle bir mesaj da vardı; “Peki büyük anne, sen
beni sevmiyor musun? O adam beni denize atarken sen ya da annem beni korumayacak
mısınız? Demek bu tehlikeli dünyada korunmasızım, kendi gücüm yok ve sevildiğim de
şüpheli. Ancak bana söyleneni yaparsam güvende olacağım ve sevileceğim…” Böylelikle bir
çocuğun en temel ihtiyacı olan sevgi ve güven koşullara bağlanmış oluyordu…
Muhakkak ki büyük anne torununun güvende olmasını istiyor, onu kalabalıkta kaybetmekten
ya da denize düşme gibi olası bir tehlikeden korumaya çalışıyordu. Fakat aynı zamanda
torununun kendi başına yürüyebileceğine güvenmiyor, o ortam içinde biraz ilgilenerek
Berat’ın kendince var olmasına destek olmuyor ve kolay olanı seçip söylediği sözle çocuğu
daha az zahmet gerektiren bir hale sokuyordu. Ve bu söz ile bir anlamda onun ruhunun
kanatlarını kesiyordu. Nihayetinde bu tür bir iletişimle birlikte Berat’ın gözünde dünya biraz
daha güvensiz, büyük anne biraz daha sevgisiz, küçük Berat da biraz daha güçsüz ve
cesaretsiz biri haline geliyordu…
Çocukluğunda bu tür mesajları sık sık alarak büyüyenlerin, yetişkinliğinde ne tür sıkıntılar
yaşayabileceğiyle ilgili “Geliştiren Anne-Baba” kitabında şöyle bir bölüm var;
---
“Böyle ortamlarda yetişen çocuk, yaşamı ve ilişkilerini yönetebileceğini hissetmez, insanlara
ve ilişkilerine güvenemez; bu nedenle kaygı doludur. Kendini yönetmekten aciz tek başına
kalmış bir kuzu gibi sığınacak bir anne-baba kucağı, bir çoban arar. Bütün yaşamı, fırtına ve
dalgalarla dolu bir denizde sığınacak bir liman aramakla geçer…”
---
Öyle görünüyor ki mutlu bir insanın, mutlu bir ailenin ve en sonunda da mutlu bir toplumun
oluşmasını çocukların nasıl bir anlayışla yetiştirildiği belirleyecek. Koşulsuzca sevilip, aklına ve
gönlüne saygı duyulan Berat’lar, Elif’ler, Can’lar büyüdüğünde kendini seven, özgüveni
yüksek, yaşama ve kendi gücüne güvenen, sağlıklı birer yetişkin olacaklar. Sevgi ve güveni
hakkıyla yaşamış ve yaşatmayı öğrenmiş bu yetişkinler için ise hayat, hem kendileri hem de
çevresindekiler için çok daha keyifli, anlamlı ve doyumlu hale gelecek…
Emre Pekçetinkaya
****


Yorumlar